Yargı Siyaseti Dizayn Edemez

Yargı Siyaseti Dizayn Edemez

Ankara Milletvekili Fatih Şahin’in, 19. 11.2014 tarihinde, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda, Adalet Bakanlığı bütçe görüşmelerinde Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu ve Anayasa Mahkemesi üzerine yaptığı konuşma:

Sayın Divan, Sayın Bakanım, Komisyonumuzun çok değerli üyeleri; sözlerimin başında 2015 yılı bütçemizin hayırlı olmasını diliyorum.

Ülkemizde son on iki yılda demokrasi ve hukuk kavramlarının itibar kazandığı bir süreç yaşandı. Bu gelişmeyi sağlayan irade hiç şüphesiz ki vesayet sistemlerini rafa kaldırıp millî iradeyi, millet egemenliğini tesis etmeye odaklanan AK PARTİ hükûmetleridir.

Uygulamaya konulan demokratikleşme paketleri, sürdürülen çözüm süreci, kamu kurum ve kuruluşlarında gerçekleştirilen reformlar, günü kurtarma endişesinden uzak, eski Türkiye’nin ezber ve alışkanlıklarının yerine yeni Türkiye’nin 2023 hedeflerini ikame eden vizyonu sağlayacak niteliktedir.

Devlet kurumlarının kamburu hâline gelmiş her türlü vesayet anlayışını ortadan kaldırmayı hedefleyen Hükûmetlerimiz, yargı kurumlarının bağımsızlığına ve tarafsızlığına da özel bir hassasiyet göstermektedir.

Anayasa’nın 159’uncu maddesinin birinci fıkrasında Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu “Mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre kurulur ve görev yapar.” şeklinde tanımlanan bir idari kuruldur.

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun Anayasa’da öngörülen görev çerçevesi ise şu şekildedir: “Yargı bağımsızlığını ve tarafsızlığı esas alarak, yargı hizmetlerinin adil, hızlı ve etkin şekilde yürütülmesini sağlamak amacıyla; hakim ve savcılarla ilgili iş ve işlemlerin; adalet, tarafsızlık, doğruluk, tutarlılık, eşitlik, ehliyet ve liyakat ilkeleri çerçevesinde yürütülmesini temin etmektir.”

Bu net çerçeveye rağmen, Türkiye’de kimi kurumlar ve yapıların, son on iki yıldaki demokratikleşme ve sivilleşme konusunda çoğu zaman belli bir ritim tutturamadığını, siyasetin gerisinde kaldığını ve eski reflekslerle hareket ettiğini maalesef hep birlikte müşahede etmekteyiz.

Ülkemizin demokratikleşmesi ve sivilleşmesi yolunda önemli adımlar atılırken, bir şekilde rol üstlenen veya rol kapan kimi çevrelerin temel amaçlarının aslında ülkemizin idari, hukuki ve insani anlamda gelişmesinin aksine, devlet gücünü ele geçirmekten müteşekkil bir amaca odaklandıklarını tecrübe ettik ve etmekteyiz.

27 Nisan e-muhtıra girişimi, 367 garabeti, 17-25 Aralık yargı kılıflı darbe girişimleri bunlardan sadece bazılarıdır. Ülkenin seçilmiş Başbakanı’nı ve Hükûmetini alaşağı etmeye yönelik, hukuk ihlalleriyle dolu bu süreçlerde maalesef yargı hukuk dışına çıkmış, yargıya olan güven zedelenmiş ve kamu vicdanı yaralanmıştır.

12 Eylül 2010 tarihli Anayasa referandumuyla AK PARTİ Hükûmetlerinin, büyük bir muhalefete rağmen ortaya koyduğu reform iradesi ve performansı büyük bir açılım hamlesinin önemli bir merhalesiydi.

2010 yılında yargı alanında yapılan değişikliklerin en önemlisi, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısının değiştirilerek çoğulcu, katılımcı ve özerk bir yapı kazanmasıydı. Hâkim ve savcıların seçimleriyle belirlenecek yeni bir HSYK yapısı oluşturulmasına rağmen, Anayasa Mahkemesi’nin, Anayasa’daki HSYK seçimleri için bir kişinin sadece bir adaya oy vereceği şeklindeki hükmü iptal etmesi, oluşacak HSYK’daki çoğulculuğu önlemiş ve kazananın tüm üyelikleri kazandığı, kaybedenin ise her şeyi kaybettiği bir sistemin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Nitekim 2010 seçimleri sonrasındaki dört yıllık süreçte yaşananlar, amaçlanan çoğulcu yapının yerine, çoğunlukçuluğa zemin hazırlandığını açıkça ortaya koymuştur.

Reformun ve demokratikleşme adımlarının, özel çevrelerin kendi özel gündemleri için kullanılıyor olması, doğal olarak Hükûmette olduğu kadar milletin büyük kesiminde de, ortada büyük bir oyunun tezgâhlandığı kanaatini oluşturmuş ve pekiştirmiştir.

Yargıya hâkim olan çetenin, yargı gücünden istifade ederek yürütmeyi saf dışı bırakma, millet iradesini yok sayma ve ülkeyi yeni bir vesayet rejimine sokma girişimine hep birlikte şahit olduk. Bu kısa sürecin geldiği nokta, yargıya güvenin yüzde 60’lardan, maalesef yüzde 20’lere inmesi şeklinde tezahür etmiştir.

17-25 Aralık yargı kılıflı darbe girişimleri, HSYK’nın misyonuna zarar vermiş, yargı mensuplarını rencide etmiş, yargının bağımsızlığına ve tarafsızlığına leke düşürmüştür. Masumiyet karinesini hiçe sayan iddianameler, soruşturmanın gizliliği ilkesinin ihlali, yargı bağımsızlığına aykırı emir ve talimatlar, yetkisiz müdahaleler, itibarı zedelenen hâkim ve savcılar, mesnetsiz fişlemeler, sahte ihbarlar, yasal olmayan dinlemeler, adliye önlerinde medya şovları, yargı dışı mihraklar tarafından yürütülen operasyonlar, basına sızdırılan soruşturma evraklarıyla yapılan algı operasyonları ve uzayıp giden sayısız haksız, hukuksuz işlem… Yasama ve yürütme karşısında hiç olmadığı kadar özgürleşen yargının, bağımsızlığını ve gücünü devlet içerisine çöreklenmiş bir çeteye ve onun uzantılarına emrine sunması kabul edilemezdi ve edilmedi de.

Darbe heveslilerinin son kalesi olarak görülen HSYK’da 12 Ekim 2014 tarihinde yapılan seçimler, çoğulcu ve milletin yargıya olan güvenini yeniden tesis edecek bir sonucu getirmiştir. Aslî görevi dışına çıkan bir kamu gücü, yeniden kendi sınırları içine davet edildi. Sağduyulu yargı mensuplarımız, yaptıkları tercihle yargının bir zümrenin elinde olmasına net tavır koymuş, bu hukuk dışı süreci nihayete erdirmiştir. Bu seçimlerin galibi bütün Türkiye’dir, bu seçimin galibi bir bütün olarak adalet sistemidir. Tek bir kaybedeni vardır, o da adalet “sistemi” içerisinde, devlet içerisinde çöreklenmiş bir çete.

12 Ekim’deki seçimlerle yargının siyasi aktör olma hevesine “Dur.” denilmiştir. Yargının yasama ve yürütmenin alanlarına girmesine bizzat hâkim ve savcılar müsaade etmemiş ve bu hak gaspını engellemiş, önlemişlerdir. Tek tipleşmeye karşı çoğulculuk tercih edilmiştir. Paralel hiyerarşiye karşı, yargının bağımsızlığı seçilmiştir. Belirli inanç ya da ideolojik grupların tekelinde olan HSYK, herkesi temsil edebilen, vicdanları tatmin edici bir yapıya kavuşmuştur diye ümit ediyoruz.

27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbelerinde, 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde çiğnenen yargı ilkelerinin faturasını hâlen ödeyen bir ülkeyiz. Üstünlerin hukukunu değil, hukukun üstünlüğünü, yargıçlar devletini değil, hukuk devletini hedefleyen Hükûmetimiz, askerî ve bürokratik vesayetlerin gölgesinde işleyen yargı kurumlarını bağımsız, sivil bir statüye kavuşturma hedefinden asla vazgeçmeyecektir.

2010 yılındaki reform irademiz ve reformlar maalesef belli çevrelerce istismar edilmiş, kendi oligarşik emelleri için kullanılmıştır. Bu da yargımıza büyük bir zarar verdiği gibi, Hükûmetimizin ve milletimizin reform iradesine de bir ihanet teşkil etmiştir. Hukuku, yargı bağımsızlığını kendisine kalkan kılarak birtakım yargı mensuplarının belli hukuksuzluklara imza attığı veya neden olduğu hepimizin malumudur. Bundan en çok yargı mensuplarımız ve kamu vicdanı zarar görmüştür. Çoğulcu yapısıyla yeni HSYK’dan yargının siyasallaşması ve gruplaşmasına yönelik her adımın önünde durmasını, yargıya ve yargı mensuplarına sahip çıkmalarını, gereken itibarı sağlamasını bekliyoruz.

HSYK benzeri kurumların Avrupa ülkelerinde de mevcut olduğunu biliyoruz ve birçok Avrupa ülkesinde HSYK benzeri kurul üyelerinin, yasama ve/veya yürütme organları tarafından seçildiği hepimizin malumudur.

Seçim rekabetinden uzak, gruplaşmalara ve siyasî endişelere kapalı yeni bir yapılanmaya gitmemizin tüm Türkiye kamuoyu tarafından, bilhassa adalet kamuoyu tarafından tartışılması gerektiğini, yargı içerisindeki kutuplaşmalara, farklılıkların derinleşmesine izin vermeyecek yeni bir formül geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Tüm siyasi partilerin hiç şüphesiz ki bu konuda söyleyecekleri vardır. Bunları yüksek sesle tartışmamız gerekiyor. Bir sonraki HSYK’nın tartışmalardan, çatışmadan uzak bir şekilde oluşması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü 12 Ekim tarihinde yapılan seçimlerin gecesinde tüm Türkiye olarak âdeta bir genel seçimi takip edercesine ekranlara kilitlendik. Bir idari kurulun seçimlerinin bu şekilde tüm kamuoyu tarafından takip edilmesinin demokratik işleyiş açısından normal bir durum olmadığı kanaatindeyim.

Yeni HSYK’nın, yargı politikalarının belirlenmesinde, Adalet Bakanlığı ve Türkiye Büyük Millet Meclisiyle koordineli çalışarak sivil, eşitlikçi, temsil kabiliyeti yüksek bir anlayış ortaya koyacağına inanıyorum.

pbkfs3

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; kısaca Anayasa Mahkemesiyle ilgili olarak da düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

Hepimizin malumu olduğu üzere, Anayasa Mahkemesi 1961 Anayasası’yla kurulmuş, görev ve yetkileri Anayasa tarafından düzenlenmiştir.

Demokratik işleyiş açısından bakıldığında, Anayasa Mahkemesine verilen Yüce Divan sıfatıyla yargılamak, siyasi partileri kapatmak gibi yetkiler, siyasi tarihimiz boyunca Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin iradesini boyunduruk altına almış, mahkemeye Türk milletini temsil makamı olan yüce Meclisin de üstünde bir konum tesis edilmiştir.

12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat darbelerinde Anayasa Mahkemesi siyasi iradenin üstünde bir misyon üstlenmiş, meşru olan Meclis iradesinin yerine, gayr-i meşru olan vesayet odaklarının tarafında saf tutmuştur. Devletçi ve ideolojik bir yargısal aktivizm sergileyen Anayasa Mahkemesi güçlünün karşısında zayıfın, devletin karşısında bireyin haklarını koruyacağı yerde, devletin ideolojik önceliklerini koruma yolunu izlemiştir.

Anayasa’nın kendisine verdiği yetkileri kullanmanın ötesinde, Anayasa hükümlerini dilediği gibi yorumlama stratejisi, maalesef yargının görev alanı hususunda kafa karışıklığına neden olmuş ve bir meşruiyet problemi ortaya çıkmıştır. Oysa Anayasa Mahkemesi’nin yargı meşruiyeti, demokratik sistemi, hukuk devleti ilkesini ve insan haklarını koruma işlevinden doğar. Anayasa’daki muğlak ifadelerden kaynaklanan görev ve yetki sorununun yeniden düzenlenmesi, önümüzdeki dönem için düşünülmesi gereken konu başlıklarından birisidir.

Yargıçların kamu politikalarını etkilemek için baktıkları davalarda hukuk kurallarının dışına çıkarak kişisel, politik görüşlerine dayanarak karar verme isteklerini ifade eden yargısal aktivizm, Anayasa Mahkemesinin en temel problemlerinden bir tanesidir.

Seçilmiş yöneticilere ait olması gereken kamu politikalarını belirleme yetkisinin yargıçlara devredilmiş olduğu şeklindeki bir görüntü, algı ve imaj, yargıçlar devleti görüntüsü tartışmalarına neden olmuş, ülkemiz ciddi eleştirilere cevap vermek zorunda kalmıştır.

Türkiye’nin, demokrasi ve hukuk devleti olma yolunda devrimlere imza attığı son on iki yılda, Anayasa Mahkemesi’nin eski alışkanlıklarını sürdürdüğüne birçok olayda şahit olduk. 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde siyaset mekanizmasının işlevselliğini ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin önünü tıkayan 367 kararı, 2008 yılında bir arama motorundan toplanan verilerle AK PARTİ’ye açılan kapatma davasının mahkemece kabul edilerek millet iradesinin töhmet altında bırakılması, Anayasa Mahkemesi’nin yargısal meşruiyetini tekrar gündeme taşımıştır.

Anayasa Mahkemesinin bu anlamda bazı davalarda verdiği kararlar bir vesayet tesisine neden olabilmekte ya da vesayetin devamını sağlamakta, bazı kararlar ise demokratik değerlerden izler taşımamaktadır. Bu bakımdan Mahkeme bu mental kaosa bir an önce son vererek demokraside, hukukun üstünlüğünde istikrarı yakalamak zorundadır.

Yargı, siyaseti dizayn edemez, etmemelidir. Yargı da dâhil hiçbir kurum, millet egemenliğinin ve iradesinin üstünde değildir ve asla da olmamalıdır.

Şunu vurgulamak lazım: Anayasa Mahkemesi’nin, 12 Eylül 2010 referandumuyla yeni bir yapıya kavuşan HSYK’nın seçim usulüyle ilgili maddeyi iptal etmesi, dört yıllık süre zarfında devlet içerisinde paralel bir yapının çöreklenmesine, kurul bünyesinde yeşermesine zemin hazırlamış, darbe girişimine giden sürece katkıda bulunmuştur.

Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıl dönümünde ‘evrensel’ kelimesinin arkasına sığınılarak siyasi demeç verilmesi, muhalefet partileri adına sözcülük yapar duruma düşülmesi, yargısal aktivizm değil de nedir?

Üzülerek belirtmeliyim ki; Anayasa Mahkemesi demokratik sistemin işlemesine yardımcı olacak tarafsız kimliğini yitirmiş, millet iradesinin egemenliğini engelleyen, demokrasinin önünü tıkayan ideolojik bir merci hâline gelmiştir.

Bu haliyle Anayasa Mahkemesi, 1960 darbesiyle kendisine biçilen vesayet rolüne soyunmuş, tabiri caizse fabrika ayarlarına geri dönmüş, verdiği kararlarla millet nezdinde meşruiyetini yitirmiştir. Maalesef bundan sonra vereceği bütün kararlara da gölge düşürmüştür.

Yorum farkıyla siyasi partileri kapatan, anayasa değişikliklerini iptal eden, siyasi partilerin yapamadığı muhalefete kendini görevli addeden bir Anayasa Mahkemesi, hukuk ve demokrasi istikametimizin önünde âdeta bir engel gibi durmaktadır. Bu hâliyle, Anayasa Mahkemesi’nin statüsü, görev ve yetkilerini hep birlikte yeniden tartışmamız gerektiği kanaatindeyim. Eğer kuvvetler ayrılığı ilkesine inanıyorsak, eğer demokrasiyi millet iradesinin üstünlüğü olarak kabul ediyorsak bunu yapmaya mahkûm ve mecbur olduğumuzu düşünüyorum.

Anayasa Mahkemesi’nin, Anayasa’nın çizdiği çerçeveyi aşmayı, bu sınırı zorlamayı bir an evvel bırakarak Türk hukuk sistemine en büyük katkıyı sağlamasını bekliyor ve ümit ediyorum.

Sözlerimin sonunda tekrar 2015 bütçesinin tüm adalet camiasına hayırlar getirmesini temenni ediyor, saygılar sunuyorum.