Milli Eğitim, Ne Kadar Milli Ne Kadar Eğitim

Milli Eğitim, Ne Kadar Milli Ne Kadar Eğitim

TBMM Başkanlık Divanı Üyesi ve Ankara Milletvekili Fatih Şahin, Milli Eğitim konusunda bir yazı kalem aldı.

 

CHP’lilerin katsayıya ilişkin YÖK düzenlemesini Danıştay’da iptal ettirme çabaları ve Milli Güvenlik dersinin hükümetçe kaldırılması tekrar eğitimi kamuoyu gündemine getirmiştir. Bir bütün olarak 21’inci yüzyılın gerek ve gerçeklerine uygun bir eğitim sistemi planlamasından ziyade ideolojik perspektifle olaya yaklaşanlar, gelecek nesillerin hayatının ve geleceğinin nasıl zehir ettiklerini ya fark edemiyorlar ya da bunu müteammimden yapıyorlar. Sayın Başbakan’ın “Dindar nesil” ifadesine karşı liberal bilinen kimi yazar ve gazeteciler de tartışmada yerini almış bulunmaktadırlar. Olan bitene karşı, bir deli gömleği olan milli eğitim cenderesinden görece olarak daha yeni kurtulabilmiş, partisinin Gençlik Kolları Genel Sekreterliği ve Genel Merkez Gençlik Kolları Başkanlığı yapmış bir genç siyasetçi olarak benim de söyleyeceklerim olmalı diye düşündüğüm için bu yazıyı kaleme alma ihtiyacı hissettim.

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki; Shakespeare’in Kutsal Roma Germen İmparatorluğu için söylediği “Ne kutsaldır ne Roma, Ne Cermendir ne İmparatorluk” ifadesine nazire olarak diyebiliriz ki, bizdeki mevcut eğitim sistemi “Ne eğitimdir ne de milli”. Çünkü temel eğitim ve öğretimin devlet tarafından üstlenilmesi ve zorunlu hale getirilmesi modern ulus devlet ile başlayan bir süreçtir. Moderniteden önce insanlar “ilim, irfan ve hikmet” sahibi olmak amacıyla yani bilgiye olan isteklerinden dolayı bir şeyler öğrenme ihtiyacı hissetmekteydi ve hem Batı’da hem de Doğu’da eğitim ve öğretim tamamen sivil bir alan olarak varlığını sürdürmekteydi. Modern ulus devlet ilk önce eğitim ve öğretim sistemini devletleştirerek ulusallaştırmaya çalıştı. Çünkü artan pazar ihtiyacı belirli düzeyde bir eğitim-öğretim görmüş müşteri ve işçilere ihtiyaç duyduğu gibi; modern ulus devletin dayanacağı ulusun inşası da ancak eğitim ve öğretimle gerçekleştirilebilirdi. Bu anlamda eğitim ve öğretim kamusal bir aktivite olarak, devletin istediği gibi düşünen, yaşayan ve var olan bir toplum yaratma amacına yönelmişti. Batı’da en azından üniversite düzeyinde eğitim-öğretim bu cenderenin dışında kalabilmiştir. Çünkü Batı’da üniversite sivilliğini yani devlet dışılığını belirli bir düzeyde de olsa koruyabilmiştir. Nitekim entelektüel gelişme de bu kısmi özgürlük ve özerklik zemininde neş’u nema bulmuştur.
Türkiye’de Tanzimat’la birlikte eğitim ve öğretim, devlet merkezli ve siyasal amaçlı olarak tasarlanmıştır. Öncelikle vakıflar ekseninde örgütlenen sivil eğitim kurumları olan medreselere karşı askeri eğitim kurumları ile başlayan batı tipi eğitim-öğretim kurumları zamanla İmparatorluğun en ücra köşesine kadar yayıldılar. Cumhuriyetle birlikte Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve Dar’ül Fünun reformuyla, her türlü eğitim ve öğretim aktivitesini devletin tekeline alarak eğitim de her türlü sivillik, özerklik ve özgürlüğü ortadan kaldırdı. Tek Parti döneminde başlatılan eğitim-öğretim seferberliği, tamamen Prusya örneğinde olduğu gibi, merkezi bürokratik oligarşinin tayin ve tespit ettiği şart ve standartlarda bir ulus inşasını öngörmekteydi. “Hak yok, vazife var”, “gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım” mottosuyla “15 yılda 15 milyon genç” yetiştirilmedi adeta yeniden yaratıldı.
Millete okuma-yazma öğretmeyi hedefleyen “Eğitim Seferberliği” adında da görüldüğü gibi askeri stratejinin bir parçasıydı. Çünkü dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, “top ve tüfek kullanmak ve modern savaş yapabilmek için okur-yazar olmak şart” demişti. Modern ulus devlet, bir yandan resmi dil Türkçeyi yaygınlaştırırken bir yandan da okur-yazarlık oranını artırmaya çalışıyordu. Bu esnada daha önce Prusya’da uygulanmış ve 20’nci yüzyılın ilk yarısında Almanya ve İtalya’da rafine bir sisteme dönüştürülmüş olan “ulus inşası” için yapılması gereken her türlü enformasyona da başvurulmaktaydı. Okuma-yazmanın yanında ülkenin dört tarafının düşmanlarla çevirili olduğu, “dahilde birlik, hariçte dirlik”in zorunlu olduğu, devletin ve yönetici kadronun ne kadar büyük, ulaşılmaz ve erişilmez olduğu da zihinlere zerk ediliyordu. Amaç tek tip düşünen, davranan ve yaşayan bir toplum oluşturmaktı. Çünkü ancak böyle homojen bir yapı rahatça evirilip-çevrilebilir ve yönetmek için rahatça okunabilirdi. Milletin bin yıllık yazısı, dili, tarihi, mefkuresi bir anda sıfırlanmış ve adeta topluma yeni bir format atılmıştı. İşte milli eğitim bu format çekme ameliyesinin adıydı. Nitekim Anayasa, Milli Eğitim Temel Kanunu ve YÖK Kanunu’nda açıkça eğitim ve öğretimin amacının resmi ideolojiye uygun vatandaş yetiştirmek olduğu beyan edilmektedir. Yani üniversite eğitimi dahil her türlü eğitsel ve öğretsel etkinliğin temel amacı, resmi ideolojiye uygun ulus inşa etmeydi. Bunun için uluslararası düzeyde bilim adamlarımız, bunun için teori geliştiren/doktrin inşa eden/atıf yapılan akademisyenlerimiz olmadı/olamadı.

Kültürel ve etnik farklılıklar, sosyal ve siyasal çeşitlilik tek bir “ulus” potasında eritilmişti. Yeni bir tarih, yeni bir dil, yeni bir düşünce ve yeni bir yaşam tarzı üretilmişti. Fakat bu yeni olan her şey, sadece merkezde elit bir zümrenin nezdinde vardı. Yani Ankara, İstanbul ve İzmir’de bir avuç asker-sivil bürokrat, gazeteci-yazarların bir kısmı ile harp zengini birkaç tüccar. Cumhuriyet cumhurun değil bir avuç azınlığın rejimiydi. Bunu halka mal etmek yerine, halkı adam etme(!) yoluna gidildi. Eğitim-öğretim bu amaçla kullanılırken, bu işe seferberlik adı verilmişti. Yani modernizmi Ankara’daki salonların dışına çıkartma çabası. Bunun için altyapıda yani ekonomik, sosyal ve siyasal yapıda değişim yerine gardırop devrimciliğine girişildi. Bu durumun örnekleri, tuhaflıkları ve tutarsızlıkları yıllarca yazılıp çizildi.

Sonuç itibariyle bizde milli eğitim sistemi kurgulanırken milli değildi. Çünkü milletin bin yıllık geçmişini-tecrübesini ve birikimini sıfırlayıp 1071 sonrası tüm bir dönem paranteze alınmıştı. Eğitim değildi, çünkü insanların fert olarak kendine, doğaya ve topluma dair merak, tecessüs ve sorularına cevap vermediği gibi gündelik hayatta işe yarar-kullanılabilir tecrübi-teknik bir şeyler de vermiyordu. Halen ilkokuldan liseye kadar 11 yıl boyunca süren eğitim-öğretim süreci sonucunda insanlara gündelik hayatında kullanabilecekleri, işlerini kolaylaştıran bir eğitim ve öğretim verilmemektedir. Buna karşılık bir ideolojik enformasyona tabi tutulan gençlik tam anlamıyla bir malumatfuruş olmakta ve mankurtlaşmaktadır. Herşeyden bir şeyler ama hiçbir şeyden tam anlamıyla bir şeyler öğrenmeyen-bilmeyen bir nesil. Bu da mesleksizliğe, kitlenin içinde erimeye ve daha genel anlamda bir şahsiyet sorununa yol açmaktadır. Küresel kapitalizm için mesleksiz bir tüketici kitlesi yetişirken, bürokratik oligarşinin idamesi için de pasif vatandaş topluluğu oluşmaktadır. Yani hem küresel kapitalist beyler hem de ulusalcı geçinen bürokratik oligarkların ekmeğine yağ süren bu eğitim sistemi, Anadolu insanını işsiz-mesleksiz ve şahsiyetsiz bir güruh haline getirmektedir. Düşünmeyen, sorgulamayan, irdelemeyen bir toplum. Tam da böyle bir şey istemişlerdi. 28 Şubat’ın sözde ulusalcıları, imam-hatip liselerinin önünü keseceğiz diye mesleki eğitimi yok edenler, aslında Türkiye sanayisinin vasıflı emek gücünü yok ederek Türkiye’yi “pazar” haline getirmişlerdi. Kendi dini düşünce pratiğini topluma yaymak için çalışan kimi çevreler de bundan memnun oluyordu. Çünkü dini bilgiden mahrum kesimleri din adına yönlendirme daha kolay olmaktaydı. Yani elbirliği ile gençliğe, topluma ve geleceğe karşı işlenen bir cinayet söz konusuydu.

Şimdi AK Parti, eğitimin alt yapıya ilişkin temel sorunlarını çözüp fiziki engelleri önemli oranda aştıktan sonra eğitim sistemini 21’inci yüzyılın şart ve gereklerine göre reforme etme niyetini beyan edince bu suç ortakları hep birlikte bağırmaya başlıyorlar. Halbuki mevcut eğitim sistemi devam ettikçe cari açık sorununu aşmak, işsizliği azaltmak, Kürt sorununu çözmek, sivil demokratik yapıyı güçlendirmek ve hukuk devletini tesis etmek mümkün değildir. Vasıfsız-mesleksiz bir kitle ile makroekonomik kalkınmayı gerçekleştirmek mümkün olmadığı gibi, 19’uncu yüzyıldan kalma kaba bir pozitivist ulusalcılıkla malul zihniyet yapısı ile demokrasiyi ve hukuk devletini inşa da imkânsızdır. Ayrıca AK Parti, mer’i ve mevcut eğitim sisteminin inşacısı oligarşiyle mücadele ederek var olmuş bir parti olduğundan ontolojik açıdan bu eğitim sistemiyle hesaplaşmak zorundadır. Çocuklarımızı, gençlerimizi, geleceğimizi bu despotik-totaliter ve modası geçmiş sistemin kurbanı olmaktan kurtarmak temel görevimizdir. Bu ülkede PKK, Ergenekon, Hizbullah, bankaların içini boşaltanlar, uyuşturucu müptelası reşit olmayanlar, artan boşanma ve aile içi şiddet vakaları, Yasin Hayal ve Ogün Samastlar eğitim sisteminin birer ürünü değil midirler? Abdullah Öcalan, Kürt medreselerinin değil, 60’lı yılların eğitim sisteminin bir ürünü değil midir?
Bütün bunları artık oturup konuşmanın zamanı gelmiştir. Kimse millet adına millete bir şey dayatma hakkına sahip değildir. Eğitim ve öğretimin tüm paydaşlarıyla yani aileler, öğrenciler, öğretmenler, üniversiteler, sanayiciler, uzmanlar ile oturup, konuşup, tartışarak bu mağaradan çıkış yolunu bulmak zorundayız. Varlığını ne olduğu belirsiz bir varlığa armağan eden ya da etmeye zorlanan bir gençlikle geleceği inşa imkansızdır. Buna karşı çıkan Sayın Başbakan’a karşı hemen bildik sesle çıkmaya başlıyor “irtica”, “dini siyasete alet etme”. Asıl irtica, körpe beyinleri yalan ve yanlış ideolojilerle ifsat etmektir. AK Parti’ye göre eğitim ve öğretim bir sosyalleşme süreci, fert olma bilinci ve özgürleşme pratiğidir. Kendine güvenen, sorgulayan, “gözlerimi kapatırım vazifemi yaparım” demeyen, bilgiye ulaşmanın yollarını ve yöntemini bilen, tarihiyle/geçmişiyle yani ecdadı ile barışık ve 21’inci yüzyılın ekonomisine ayak uydurabilen dinamik-rekabetçi, meslek sahibi bir gençlik hedeflemekteyiz. Böyle bir nesil yetiştirme hedefine sahip olma bizim en doğal hakkımız değil midir? Bunun totaliter ve otoriter niteliğini liberal geçinen yazar-çizerler bize anlatmak zorundalar. “Elini nesiller üzerinden çekin” diyenlere karşı “Asım’ın nesli” özlemi içinde olmak bizim en demokratik hakkımız değil midir?

“Dindar bir nesil yetiştirme” tartışmasına gelince; eğer bir toplumun kahir ekseriyeti dindar bir nesil talep ediyorsa, temsili demokrasinin zorunlu gereği olarak, halktan % 50 oranında oy almış bir partinin böyle bir talepte bulunmasından daha doğal ne olabilir ki? Burada birilerinin fark etmediği veya etmek istemediği husus şudur; biz devlet gücüyle, kamu kudretiyle ve kamu kaynaklarıyla kimseye bir din dikte etmeyiz ve buna müsaade de etmeyiz. Ama aynı zamanda birilerinin ateizmi dayatmasına ya da dinsizliği, ahlaksızlığı topluma rağmen yaymasına da kapı aralamayız. İsteyen istediği şeye inanabilir ve istediği şekilde yaşayabilir. Kimseye zorla bir din kabul ettirme ya da zorla dindarlaştırma gibi bir çabamızın olmayışı inancımızın bir gereğidir. Ama din eğitim ve öğretimini isteyen kitlelerin haklı taleplerine de bigane kalacak değiliz. Çocuklarını imam-hatip liselerine gönderen bütün ailelerin ortak bir amacı vardır; “çocuklarına modern bilimin yanında din eğitimi de vermek”. Bu kadar haklı ve meşru bir talebe ancak topluma sırtını dönenler ve ebediyen muhalefet olmaya mahkum olanlar karşı durabilir. Türkiye, AK Parti döneminde milletimizden alınan destekle bürokratik oligarşiyi nasıl gerilettiyse; bu zihniyete fidelik yapan ve şu anki sorunlarımızın temel nedeni olan bu eğitim sistemiyle yüzleşmek, hesaplaşmak ve bunu aşmak zorundadır.